26 Ağustos 2014 Salı

DEBRE




Sokakta yaşayan bütün kediler mutsuz değildir. İzmir’in sokaklarında yaşayan kedilerin çoğu mutludur veya bana öyleleri denk geliyor. Yeni mahallemde çok ama çok mutlu bir kedi vardı. Hayatındaki her şeyden memnundu: kendinden, dış görünüşünden, sesinden, dişlerinden, kuyruğundan, gücünden, cesaretinden, avcılığından ve kedi toplumundaki konumundan. Belki memnun olduğu başka şeyler de vardı ama kısa sohbetlerimizde sadece bunlardan bahsedecek zamanı oldu.

Ara sıra canı sıkıldığında beni sokakta görünce seslenir, sonra da yanıma gelirdi. Kocaman gözlerini yüzüme diker, balyoz büyüklüğündeki başını ayaklarıma sürterdi. Aynı zamanda da sessizce hayatını anlatırdı mıırr mır. Geçenlerde mahallemize sarkmaya niyet etmiş tekiri nasıl patakladığını anlatırken bir karış uzunluğundaki siyah bıyıklarıyla ellerimi gıdıklıyordu. Hikayesini dinlerken çömeldiğimi fark etmemiş, kömür karası kaslı bedenindeki taze kavga yaraların ciddi olup olmadığına bakıyordum. Birden bire onu yeterince dinlemediğimi ya da yaralarına bakarken haddimi aştığımı fark edince elimi geniş ve güçlü çenesiyle kıstırıveriyor, beni kendime getiriyordu. Ve hemen ardından dostluğumuzun baki olduğu anlamına gelecek şekilde yüksek sesle horuldayarak az önce ısırdığı elime sürünmeye devam ediyordu. O sırada zevkten dört köşe olmuş, salyalarını akıtıyordu.

Debre yaklaşık sekiz aylık bir yavruydu. Buna yavru denirse tabii: en az 5 kilo ağırlığında bir kas yığınından oluşan simsiyah, parlak tüylü, uzun kuyruklu bedeni, taşıdığı güçlü bir çeneyle donatılmış kocaman kafasının yanında orantısız, kısa ve küçük kalıyordu. Ona bakarken başının her an ağır basıp yere düşerek bedenini havaya dikmesini bekliyordu insan, böyle büyük bir başın yukarıda durması fizik kurallarıyla bağdaşmıyordu bir türlü. Bacakları ve patilerinin büyüklüğü Debre’nin büyümeye devam edeceğine işaret ediyor, görenin içini ürpertiyordu. Henüz erişkinliğe ulaşmamış olmasına rağmen tam bir herifti, mahallenin efesiydi. Korkusuzca uzaklarda dolaşır, başköşelere “attığı imzalarla” mıntıka sınırlarını genişletirdi. Gücünün farkındaydı ve kimseden korkmazdı.

*         *         *

Boş zamanımız olsun veya olmasın hepimiz eğlenmeyi severiz. Eğlenmeyince tadı çıkmaz hayatın. Bir gün Erhan “Drama Köprüsü”nü mırıldanırken birden bire kendinden geçerek türküye orta boylu, hafiften tombul ama kaslı, güçlü kuvvetli, kıpkırmızı yanaklı ve “accayip” enerjik, erkeksi birinin sesiyle devam eder. Her “bre!” deyişinde de “R”lere özel vurgu yapar, bazı yerlerde önüne “de” bağlacı ekleyerek türküye “DEBRRE!” kelimesini kazandırdığı için daha da neşeleniyordu. İnce uzun, elleri nasır görmemiş, ömrünün o zamana kadarki bölümünü “beyaz yaka” olarak geçiren Erhan’ı görmez de sadece sesini duysaydınız o sırada, türküyü “çığıranın” o değil de kollarını sıvamış Türk tipi Herkül olduğunu sanırdınız.

O günden sonra maskulen, dobra ve cesur birini birbirimize uzun uzadıya anlatmak yerine “Debre” kelimesini kullanmaya başladık. Cumlelerimiz yaklaşık şöyle oluyordu: “Girdim dükkana… Sahibi de tam bir Debre” veya “Adam bayağı Debre biri, değil mi?” gibi. J Bu kelime hala lugatımızda mevcut ve etkin kullanımı sürmektedir.

*         *         *

En sevdiğim kitabın en sevdiğim karakteri olan dev siyah kedi Begemot’u hatırlatıyordu Debre ve bu ona kayıtsız kalamamamın nedenlerinden biriydi. Sokakta yeterince gıda vardı, hele Debre için yemek bulmak asla sorun olmazdı ama ben yine de sık sık ona lezzetli bir şeyler getirmeden edemiyordum.

Ukrayna'nın Harkiv şehrinde Begemot ve yazarı Mihail Bulgakov'a yapılmış bir heykel. 


Bir gün Erhan: “Onu yarım saat misafir etmek istemez misin? Evde daha rahat yer yemeğini,” deyince karşı koyamadım. Böylece Debre evimize geldi. Apartmana girerken çok sakin ve rahattı, sanki hayatı boyunca bütün apartmanların kapıları önünde ardına kadar açılıyor, ayağının altına kırmızı halılar seriliyormuş gibi, bütün bunlara alışkın olduğu için de evimin bulunduğu mütevazı apartmana, sonra da daireme sıradan bir şey yapıyormuş edasıyla girdi. Kibarca antrede kaldı, daha fazla ilerlemedi. Ben yemeğini hazırlarken onu özleyince koklamam için mutfak ve salon kapılarına özenle sürtündü. Karamel’in sergilemeye hazırlandığı “Kara Kafası Gülle, Haydi Canım Güle Güle” dansı, hedef seyircisi ilgilenmediğinden başladığı anda bitti. Umursanmamaya alışkın olmayan Kontes’in canı sıkılmıştı ama pes etmeye niyeti yoktu, bu yüzden Debre hazırladığım mamayı afiyetle löpürdetirken kah kuyruğuyla kalçalarını kamçılayarak arkasında volta atıyor, kah pusu kurar gibi arkasına sinip Debre’nin kuyruğuna veya kalçasına pençe saplamaya çalışıyordu. Kedilerin akıllısı Bublik ise biraz öteden olanlrı izlemekle yetiniyordu.

Debre’nin karnı çok aç olmadığından yavaş yavaş yiyor, yemeğinin tadını çıkarıyordu. Karamel’in canı sıkılmıştı, tekdüze hayatına biraz renk katmak için kalkıp Debrenin az önce süründüğü mutfak ve salon kapılarını koklamaya karar verdi. Naif yavrum hayatına katacağı rengin nasıl bir canavara dönüşeceğini o anda tahmin bile edemezdi…

Karamel’in hayatı tam o anda geriye dönülemez bir biçimde değişti, “koklamadan önce” ve “kokladıktan sonra” diye ikiye ayrıldı.

*         *         *

Karamel, canı sıkılarak Debre’nin arkasındaki pususundan kalktı, esnedi ve salon kapısına yaklaştı. Az önce “bu pis gülle kafa”nın sürtündüğü yeri kokladı. Yüz ifadesi “Hım?”- diyordu. Mutfak kapısını kokladı… Yüzünde “HIM???” anlamına gelen bir ifade belirdi… Bir daha kokladı… Bir daha… Hım… Mutfağa girdi, masanın altına kadar yürüdü… İşte parça tesirli DEBRE bombası Karamel’in içinde tam o anda patladı.

Kontes, balerin, rengarenk güzellikteki akıllı mı akıllı kızımın bakışları birden bire anlamsızlaştı, gözlerinde hızla dönen helezonik şekiller belirdi. Karamel durduğu yerde düştü ve anında sırt üstü dönüp boğuk hırıltılar içinde yerde dönmeye başladı. Bir yandan sırtüstü sürünüyor, diğer yandan masanın ayaklarını yakalayıp sırtını iyice geriyor ve Debre’nin yemeğini yemekle meşgul olduğu antreye doğru duygu yüklü bakışlar fırlatıyordu.

Şaşkınlık içinde Erhan’a seslendim ama o Bublik’i Debre’yle yalnız bırakmamak için yanıma gelememişti, ben de olduğum yerde donarak olanları izlemekten başka bir şey yapamadım. Karamel, bir süre seksi homurtular eşliğinde masanın ayağıyla boru dansına devam ettikten sonra uzak mesafeden yakışıklının ilgisini çekemeyeceğini anlamış ve yanına gitmeye karar vermişti. Ama aşkın darmaduman ettiği beyninin o güzel vücudu ayağa kaldıracak kapasitesi kalmamıştı. Daha doğrusu beyni kıvranarak yerde sırtüstü sürünmek ve mırıltı-horultu dışında hiçbir komut veya düşünceyi ortaya koyamıyordu… Hal böyle olunca Karamel, pozisyonu değiştirmeden, sırtüstü sürünerek masanın altından çıktı ve yerde garip şekiller çizerek antrenin kapısına doğru ilerledi. Kedi bedeni sırtüstü sürünmeye ayarlı olmadığından ve beyninin derinliklerinde oluşan kısa devreden dolayı arada bir yönünü kaybeden Karamel, sonunda antre kapısını bulabildi. Bulabilmekle kalmadı, içinden geçerek çıkabildi de.

Antrenin yolunu bulmuştu ama hayatındaki “doğru yol”u sonsuza dek kaybetmişti…

Karamel’in sırtüstü sürünerek antreye ulaştığı sırada dünyada oluşan değişikliklerden habersiz olan Debre mamasının son lokmalarını sakin bir şekilde yiyordu. Ne kendine aşkla uzanan genç kızın kollarının, ne de o güzel gözlerde dönen helezonrın farkına vardı. Aslında büyük bir ihtimalle Debre henüz cinsiyetinin bile tam olarak farkında değildi.


Debrenin cinsiyetinin farkına varan ilk dişi kedi unvanına kavuşan Karamelin bundan gurur duyacak hali yoktu: beyni büzüşmüş, vücudu karışmış, hayatın doğal akışına aykırı bir şekilde, ters dönerek bir yerden bir yere gitmek zorunda kalan zavallı Karamel’in iştah kabarmasıyla salya dolmuş olan ağzından horultuyla karışık çılgınca ulumalar çıkıyordu. Yamulmuş varlığı el verdikçe Debre’ye yaklaşarak aşkını haykırmaya çalışsa da nafile – bütün Debreler gibi bu Debre de kız kalbi kadar nazık ve hassas meselelerden anlamayacak kadar lambur lumbur ve kaba sabaydı. Maması bitince dışarı kapısına yaklaşarak çıkmak istediğini söyledi. Erhan kapıyı açtı, Debre’yle beraber merdiven sahanlığına çıkarak apartman çıkışına doğru ilerlediler. Ben ise içeride kalarak yüreği yaralı, kontesliğinden eser kalmamış olan Karamel’i sakinleştirmeye koyuldum.



Yazar Mihail Bulgakov hayattayken yaşadığı Ukrayna/Kiev'deki ev şimdi müzeye dönüştürülmüş. Bu kedi de yavruyken müzeye gelip yerleşerek orada yaşamaya başlamış. Müze çalışanları adını Begemot koymuşlar tabii ki.

19 Ağustos 2014 Salı

MERDİVENİN NİMETLERİ – 2 veya BURAMEL


Yeni evimin en çok ışığını sevdim. Benim için güneş ışığının eve girdiği açı ve içeride oluşturduğu ağırlıklı renk çok önemlidir. Daha önce oturduğum evin pencere panjurları, yatak odasının, Osman’ın odası ve balkonunun baktığı bahçede bulunan ulu çam ağaçlarının yeşil gölgeleri eve giren gün ışığının yumuşak ve ılık olmasını sağlıyorlardı. Yeni evde ise panjur yoktu. Etrafta gölge yaratacak ağaç da yoktu. Güneş ışığının eve girerken romantik bir bal rengini almasını sağlayan neydi bir türlü anlayamadım ama her sabah gözümü açtığımda odanın o neşeli ve yumuşak ışıkla dolduğunu görmek bana hem mutluluk, hem de huzur veriyordu. Uyanmanın keyfi tarif edilemezdi…

Tam üç sabah bu böyleydi. Dördüncü sabah Bublik ve Karamel merdivenli evin yeni avantajını keşfettiler. Onlar mutlulardı. Ben ise sabahın altısında kulağımın dibinde bir havan topunun patladığını sanarak fırladım…

Güneş gülümseyerek bal rengi avuçlarını bana doğru uzatıyor ve bir uyanma keyfi daha yaşatacağı anı hayal ediyordu… Açık penceremin arkasında, sokaktaki ağaç dallarında yeni gelen sonbaharın ılık havasının tadını çıkaran kuşlar cıvıldaşıyordu… Savaş başlamamış, havan topu patlamamıştı. Değişen tek şey, bundan sonra her sabah bu “gümm”le uyanacak olmamdı.

Yeni evde gün, odanın içi bal rengi, yumuşak ve aynı zamanda enerji dolu bir ışıkla dolar dolmaz kapıdan gelen gürültüyle başlardı. Kalkardım, kapıyı açardım. Aşağı kattan oynamaya başlayıp yukarı kata bir topaç gibi dönerek çıkan ve sonunda kapıma çarparak beni uyandıran Buramel (Bublik ve Karamel’den birinin nerede bitip diğerinin nerede başladığını bilmek mümkün olmadığından isimleri de birbirine karışarak birleşiyordu) fırtına misali odama dalmasın diye hızlıca dışarı çıkardım.

Kalkınca normal insanlar gibi duşa girmek benim için artık ancak hayal olabilirdi. Adım atmama izin yoktu! Kalktığım anda çeteye günaydın öpücükleri borcum doğuyor ve kapıyı açmamla bu borç temerrüde giriyordu. Anında ödemezsem tahsilatları nasıl olurdu bilmiyorum ama nedense denemeyi hiç istemiyordum. Kısacası minik koridorda durduğum yere çökmekten başka çarem yoktu. Her sabahımın bu şekilde gaspedilmesinden şikayetçi miydim? Hayır! O nasıl bir sevgi seliydi! O nasıl bir sevinçti! Bütün gece ayrı kaldıktan sonra kavuşmanın verdiği sevinç… Biri kucağıma tırmanır, yüzüme yüzünü sürerken, diğeri de ilk gelenin yerine geçmeye çalışırdı. Bu rekabette tabii ki Karamel galip gelirdi. Garibim Bublik birkaç denemeden sonra yorulur, vazgeçer ve bize kısa bir “Mır” fırlatıp küserek aşağı inerdi. Zaman içinde bu öpücükleri kimseyi küstürmeyecek şekilde dengede tutmayı öğrendim.

 “Günaydın” faslı bitince duşun yolu açılırdı. Ben duşa girerken bizimkiler yine Buramel’e dönüşmüş, merdivenden aşağı kata yuvarlanıyorlardı…

*         *         *

Bir gün kütüphanemi yerleştirirken elime varlığını unuttuğum bir kitap geçti. Üzerinde “Aptalın Deneyimi” yazıyordu. Annem ve ağabeyimin yazarı hakkında anlattıklarını hatırladım. Yazarı benimle aynı yerde, Özbekistan’da doğmuş, genç yaşta sağlığını yitirerek ölüm döşeğinden geri dönmüş biriydi. Yaşadığı mucizevi deneyimden sonra yaptığı araştırmalarında hasta istedikten sonra her hastalığın iyileştirilebileceği kanısına varmış ve bunun üzerine kitaplar yazmıştı. Rusça yayınladığı ilk kitabı, göz rahatsızlıklarından kurtulup pırıl pırıl görme yetisine kavuşmanın yollarını anlatıyordu. Doğuştan “yarıkör” olduğumdan kitaba biraz göz attım ve önerilen egzersizleri yapmaya karar verdim.

Kitaba göre her gün mutlaka eklem jimnastiği yapılmalıydı. Jimnastik hareketleri hem sözlerle anlatılıyor, hem de çok sevimli resimlerle gösteriliyordu.  Sabah insanı olduğum için biraz daha erken kalkarak egzersizleri sabahları yapmaya başladım. Sabahtan yapmam gerekenleri yetiştirip işe geç kalmamak için Buramel kapıma dayanmadan fırlayıp geniş olduğu için rahat hareket edebildiğim salona inmem gerekirdi. Bu yeni düzen ilk bir-iki gün şaşkınlık ve hayal kırıklığıyla karşılansa da kediler genel olarak gelişmelerden memnundu. Sabahları aşağı doğru uçarak hareket ettiğimi görünce Buramel, bileşenlerine ayrılır ve iki çift göz bana dikilirdi.

Bublik çoğu zaman köşedeki sepetine veya sallanan koltuğa uzanır, “Hayat çok zor, delirmemek elde değil, sen de haklısın annecim!” der gibi, anlayışla gözlerime bakardı. Karamel ise henüz böyle bir olgunluğa sahip olmadığından suratında alaycı bir ifadeyle karşıma kurulurdu. Beni biraz izledikten sonra yerinden kalkar, etrafımda dolanırdı, ara sıra dizime, topuğuma veya o sırada hareket ettirdiğim uzvum neyse, onu yakalayıp sabit tutmaya çalışırdı. Arada bir kahkahayı bastırmaya çalışarak “DEFOL KARAMEL!” diye gürlesem de nafile: Bublik’in gözlerindeki anlayış katsayısının artışına karşın Karamel’in hareketlerinde bir değişiklik olmuyordu...





Kitaptaki eklem egzersizlerini gösteren resimlerde jimnastik yapan komik adamın yanında kedinin de çizilmiş olması bir tesadüf müydü, yoksa çekim yasasının hayatımdaki çarpık tezahürü müydü hala merak ediyorum doğrusu.




17 Ağustos 2014 Pazar

MERDİVENİN NİMETLERİ - 1

Kedilerin sabotaj çalışmalarına rağmen sonunda yeni eve taşındık. Önce ben, sonra onlar. Ben bir gün önceden giderek Karamel ve Bublik için yeterli yaşam alanı hazırladım. Ertesi gün kedileri almak için eski eve gittiğimde apartman merdiveninde komşularımla karşılaştım. Benim kedileri terk ederek gittiğimi sanmışlar, kurtarma planları yapıyorlardı. Beni görünce rahatlayan alt kattaki komşum uyumak üzere evine döndü: Karamel bütün gece evde unuttuğumuz pinpon topuyla oynamış, kadıncağızı uyutmamış meğer. Hala mahcubum…

Sevgili eski alt kat komşum, bloğumu bir gün okursan bil ki, bu satırlar senin için, affet bizi. J

 Yeni evde hepimize yetecek kadar iş vardı. Benim eşyaları yerleştirmem, Bublik ve Karamel’in ise çalışmalarımı sabote etmeleri gerekiyordu. Aramızdaki bu iş bölümü ve görev paylaşımı kaçınılmaz olduğu için payıma ayrıca mevcut durumdan zevk almak düşüyordu. Kediler görevlerini itinayla yerine getiriyorlardı ama bütün zamanlarını koli karıştırmaya hasretmiyorlardı artık: yeni evde eğlence anlayışlarını alt üst ederek önlerinde yepyeni bir macera kapısını açan bir özellik vardı: merdivenin varlığı!

Bir evde merdiven varsa, o ev başkalarına hiç benzemez! Hele ki kediyseniz, merdivenli ev için en az on kutu konserve mama ve iki kilo taze ciğer veya yedi yüz altmış üç buçuk gram balık feda edilebilir. Çünkü merdivenli ev maceranın ta kendisidir:

Bir kere, insanlarınızın eski evde son gece unuttuğu ve bu sayede oynayarak alt komşuları uyutmadığınız pinpon topu merdivenli evin her yerine gitmez. Yarısında oynar, topu evin diğer yarısına nasıl götüreceğinizi düşünürsünüz. Sert ve kaygan olduğu için onu dişlerinizin arasında taşıyamazsınız. Top merdivenin önünde, alt katta dururken kendiniz üst kata çıkıp miyavlayarak çağırsanız da top gelmez. Bublik gelebilir belki ama siz o sırada topla oynamak istiyorsanız Bublik bir işinize yaramaz, siz topa seslenmeye devam edersiniz. Top Bublik’e değil, kendine seslendiğinizi anlasın diye de her bağırışınızda bir basamak inerek yaklaşırsınız. Top onu çağırdığınızı yine de anlamazsa (ki Karamel’in topu anlamıyordu) bir iki basamak birden iner, topun “suratının ortasına” bakarak miyavlamayla uluma arasında vahşice bir ses çıkarırsınız. Bu sesten ve bakışınızdan top anlamalı ki siz artık sinirlenmeye başlıyorsunuz! Top yine de anlamaz ve tıpış tıpış merdiven basamaklarını çıkarak üst kata gelmezse (ki Karamel’in topu tam da öyle, hiçbir mesajdan anlamayan, aptal bir toptu), o zaman artık size her yol mubah demekti!

Karamel de en sonunda buna hükmederek hızla aşağı indi ve topun “kafasına”, daha doğrusu “ensesine” kocaman bir şaplak indiriverdi! Şaşkınlık ve acıdan havaya fırlayan top, birden bire birkaç basamak yukarı çıkıverdi. Bu bir başarıydı! Ama uzun sürmedi. Merdivenin yarısına kadar fırlayan top ortadaki basamakta bir iki kez zıpladıktan sonra gerisin geri inmeye başladı. Neyse ki Karamel topun anladığı dili öğrenmişti ki onu havaya fırlatacak bir tokat daha hazırdı. Hoop! Top daha da yukarı fırladı! Ve yine inişe geçti. Karamel’in gözleri parladı: bu ne güzel bir oyunmuş böyle! Biraz daha geri çekilerek bekledi ve top zıplaya zıplaya aşağı inerek ayaklarına yaklaşınca muhteşem vuruşunu gerçekleştirdi! Vay canına sayın seyirciler! Bu an seyredilmeye değer bir andı! Top kah duvara, kah basamak tahtalarına çarparak üst kata çıkıverdi. Vuruşunun sonucunu önceden kestiren Karamel toptan da hızlı uçarak yukarı fırladı ve oyuncağını üst basamakta harika bir şaplakla karşıladı… Aşağı kata inince Bublik’in hayranlık dolu bakışını ve benim gülmekten yerlerde yuvarlanan fani bedenimle karşılaştı. Bu yeni oyun çok eğlenceliydi ve her sıkıldığında oynamaya değerdi…



Ne yazık ki bu hikayemi destekleyecek hiç fotoğrafım yok. yazıyı renklendirmek için temsili resim kullandım. 

3 Ağustos 2014 Pazar

YAŞAM KÖSTEK ÜNİTESİ


Yazın sonuna doğru oğlum bir süre babasının yanında kalmak, okuluna da orada devam etmek istediğini söyledi. Onu ne kadar çok özleyeceğimi biliyordum. Bu özlemle baş etmek hiç de kolay olmayacaktı. Bir de evin her köşesi beraber yaşadığımız her anı hatırlatacak, özlemimi dayanılmaz raddeye ulaştıracaktı. Hem gidişinden sonraki ilk zamanlar kendimi oyalayacak bir şey bulmak, hem de mekan değişikliği olsun diye yeni bir eve taşınmaya karar verdim. Tam istediğim gibi bir ev bulmam çok kısa sürdü. Çok sessiz bir sokağın içinde, güzel yapılmış küçük iki katlı bir daireydi. Oğlumu yolcu ettikten sonra hemen taşınma hazırlıklarına başladım: kendime düşünecek zaman bırakmamam lazımdı.

Ev birden bire boş kolilerle dolunca bizim ikili önce bir şaşırdı. Bublik her zaman olduğu gibi olaylarda aktif rol üstlenmek yerine geride kalarak gözlem yapmayı seçti. Kendine güveni tam olan Karamel ise hep ön saftaydı. Enerjisinin sürekli olarak içinden fışkırıyor olmasına karşın Karamel, her işi sırasıyla yapmayı severdi. Önce kendine bir plan yapar, sonra da o planı uygulardı. Karşısına beklenmedik durumlar çıksa bile paniklemezdi. Hemen beyninin kayda değer bir bölümünü kapsayan “Beklenmedik Durumlara karşı Acil Planlama Mekanizması”nı çalıştırır, oradan gelen programa göre hareket ederdi. Bu sefer de tarzını değiştirmedi.

Karamel işe tüylerini havaya dikerek başladı. Bublik’le tanışırken başarısını kanıtlayan “Yanık çam” da unutulmadı, itinayla kuyruğun yerini aldı. Bazı koliler ikişerli – üçerli kuleler halinde, bazıları da teker teker durduğu için nesnelerin boyutları ve korkunçluk katsayıları hesaplanarak karşılaştırıldı. Bu analizler sonucunda boyları daha küçük olan canavarlara öncelikle ilgi gösterilmesinin rasyonel bir yaklaşım olacağı kanısına varıldı. İlk yaklaşılacak canavar tespit edildi.

Ve operasyon başladı!..

Canavara gözdağı vererek mümkünse kaçırtmak, karşı saldırı halinde ise kolayca kaçabilmek amacıyla hedefe yan dönerek yaklaşıldı. Kafa karıştırıcı hareketlerle saldırı dansı edildi. Hiçbir tepki alınamadı. Hedefe biraz daha yaklaşılarak ve korkutucu sesler de ilave edilerek dans tekrarlandı. Canavardan herhangi bir tepki gelmemesi üzerine arka ayaklar üstünde kalkıldı, korkunç sesler çıkarıldı. Bütün bu çabalar sonucunda yine tepki alınamaması, aradaki mesafeyi kapatarak canavara patiyle vurulmasını gerektirdi. Güvenlik kaygısıyla canavara pati vurulur vurulmaz zıplayarak uzaklaşıldı. Karşı tarafın tepkisizliği bir kez daha yaklaşılarak bütün güçle vurmayı gerektirdi. Bu vuruşun ardından canavarın yerde kayarak biraz uzaklaştığı görüldü. Bir kez daha vuruldu. Canavarın canavar olmadığı anlaşıldı. Yaklaşıldı, pati vuruldu, üstüne bakıldı. Kapaklı olduğu görülerek kapaklar açıldı…. HEHEEEEY!!!!!

Önce tek tek duran koliler, sonra koli kuleleri… Hepsi oyuna dahil edildi, kapakları açıldı, içlerine girildi, devrildi… Bublik de dayanamadı, o da katıldı Karamel’in neşe dolu karnavalına. Ne de olsa baş edemeyeceği bir tehlike yoktu ortada!

Kediler çok mutluydu. Bir koliye girip bir başkasından çıkıyorlardı, onlar için hayat bitmek tükenmek bilmeyen bir maceraya dönüşmüştü. Hele kolilerin içine bir şeyler konmaya başlayınca neşe katsayılarında patlamalar yaşandı. Bu patlamalar öylesine şiddetliydi ki, sonunda evi yine kolilerin hazırlandığı oda(lar) ve kedilerin oynayabileceği oda(lar)
şeklinde ikiye bölmek zorunda kaldım.

Evi ikiye ayırma kararı beni yaklaşık bir saat kadar rahat ettirdi. Tam bir saat boyunca verimli bir çalışmam oldu! Ve bitti. Çünkü ben verimli çalışmamı yaparken bizim çete de armut toplamamış, çok verimli bir çalışma yaparak: benim için bir YAŞAM KÖSTEK ÜNİTESİ kurmuşlar. Sanki hayatlarındaki amaçları yaşamımda bana köstek olmakmış gibi canla başla bu yönde çalışıyor, an geliyor, beni canımdan bezdiriyorlardı.

Onlardan kaçış yoktu artık. “İstediğin kadar evi böl, istersen böle böle atomlarına ayır, onlar senin eşyaları kolilemekte olduğun atomu bulur, içine sızarlar!” diye söylenirdim, kedilere olan kızgınlığımı bir şekilde dışa vurmalıydım!

Ben nerede çalışıyor olursam olayım, en fazla 15 dakika boyunca yalnız kalırdım. Daha sonra kapı, anlaşılmaz bir şekilde açılır, önce Karamel içeri girerdi. Ondan birkaç dakika sonra da Bublik! Dolu ve dolmakta olan kolilerin boş olanlardan çok daha eğlenceli olduğunu keşfettikleri andan itibaren ben neredeysem kedilerim de oraya gelmenin yolunu bulurlardı. Kolilerin içine sabır ve özenle yerleştirdiğim eşyalar bir anda karman çorman oluyorlardı. Bizim çete karıştırdığı bir koliden çıkıp başka bir koliye giriyor, bütün emeğimi berbat ediyordu. Yakalayıp “Yaşam Köstek Ünitesi”ni (artık Karamel ve Bublik çetesinin adı buydu) odanın dışına çıkarmam bir şey değiştirmiyordu. Benim yanıma dönmeleri yine en fazla 15 dakika sürüyordu.

Zamanla kendimi 15 dakikalık periyotlara alıştırdım ve kedilerin yanımda olmadığı 15 dakika içinde mümkün olduğunca çok iş bitirmeye veya onlar yanımdayken kesinlikle yaptırmayacakları işleri yapmaya başladım. Ama bir taraftan da kedilerin kapıları açmayı nasıl başardıklarını merak ediyordum.

Evdeki oda kapıları, kapı koluna yakın olan ve kapının yaklaşık dörtte bir alanını oluşturan dikey bir bölümü buzlu camdan yapılmıştı. Bu sayede ben, kapı koluna doğru zıplayan bir kedi olsa görebilirdim. Karamel’in kapı koluna zıplayarak basacak kadar zekası vardı ama tüm dikkatimi kapıya verdiğimde bile arkada bir zıplama görmemiştim. Aslında arka taraftan hiçbir görüntü gelmiyordu ama bol bol ses geliyordu: ben kedileri evin diğer tarafında bırakarak kapıyı kapattığım anda arkasında hummalı bir çalışma başlardı. Nereden geldiği anlaşılmayan “takır tukur, takır tukur” diye bir ses, ya kapı açıldığında, ya da ben sesin kaynağını anlamak için kapıya yaklaştığımda kesilirdi. “Takır tukurları” başarıya ulaşıp kapı açıldığında ise kapıdan içeri sakin bir şekilde Karamel Hanım girerdi. Bublik kapının yanında yatar, işbirlikçisinin başına herhangi bir şey gelmediğinden emin olunca o da gözümün içine bir melek gibi, temiz ve saf bakışıyla bakarak ve bana bir “mırr” diyerek odaya girerdi.

Günlük işlerime odaklanmaya çalışsam da kedilerin bana oynadıkları oyunları unutamıyor, evdeki kapıların nasıl açıldığını çözmeye çalışıyordum. Tuzaklar da kursam, işleri bırakarak gözlem de yapsam bir türlü ele vermiyorlardı kendilerini.

“Yaşam Köstek Ünitesi”nin foyası, bir gün Erhan eşyaları toplamama yardım etmek için geldiğinde ortaya çıktı. Kolileme işlemi devam ederken ben içecek bir şeyler hazırlamak için mutfağa gittim. Kapıyı da kediler Erhan’ın çalıştığı odaya giremesin diye dikkatlice kapattım. Mutfakta kahve yaparken koridordan çok tanıdık olan “takır tukur” sesi duyuldu. Nefesim tutuldu. Çok dikkatli olmalıydım! Ayakuçlarıma basarak sessizce mutfak kapısına yaklaştım ve başımı koridora uzattım.


Bu işi nasıl başardığı benim için hala bir muamma, Bublik Erhan’ın çalıştığı oda kapısının önünde yan yatmış, patilerini dirseklerine, hatta omuzlarına kadar altına sokmuş, hareket ettiriyordu. Bu hareketleri de o “takır tukur” seslerinin çıkmasına neden oluyordu. Birden bire kendi elimle özenle örttüğüm kapı açılıverdi. Bublik yatmaya devam ederken Karamel içeriye girdi…


31 Temmuz 2014 Perşembe

BİRİNİN FOBİSİ, DİĞERİNİN HOBİSİ



İnsanın arkadaşlarının olması güzel.
İnsanın kedisinin olması da güzel.
Hem arkadaşlarınız, hem de kedileriniz varsa çok şanslısınız. Ama bunun yanında yakın bir arkadaşınızın kedi korkusu varsa, işte o zaman hep beraber geçireceğiniz zamanlar tadından yenmez!

*         *         *

Bublik çok iyi bir psikologdu. İnsanın ruh halini, ne yapmak istediğini, ne yapacağını şıp diye anlardı. Karamel’e banyo ve mutfak eşiklerinde gözcülük ederken gerekli işareti ne zaman vermesi gerektiğini çok iyi bilidi. Bazen ben koridora çıktığımda niyetim Karamelin keşif alanına değil de başka bir odaya geçmekse, Bublik bunu bir şekilde sezer, eşikte hiçbir şey olmamış gibi otururdu. İçerideki karamel de keşif faaliyetlerine o sırada devam ederdi. Bazen banyodan bir ses gelirdi. Karamel’in pençesinin ucuna takıp kutusundan çıkardığı bir saç tokasının yere düşme sesi. İşte o zaman ben Bublik’in o eşikte boşuna oturmadığını anlar, rotamı değiştirirdim. Bublik tam da benim anlamamla rota değişikliği yapmam arasındaki o anda Karamel’e gerekli işareti gönderirdi. Ben banyoya yürüyene kadar Karamel makinenün üstünden çoktan inmiş, yerde yuvarlanıyor olurdu. Sokaktaki “poşet kontrol çetesinde görev alıyorken de kurbanlarının tepkilerini takip ederek tam zamanında, tam da gereken işareti verenin o olduğundan eminim.

Hep merak etmişimdir, yararlanabildiği o azıcık miktarda oksijenle beynini bu kadar verimli kullanan bir kedi, akciğerleri sağlıklı olsaydı tarihte Nobel ödülüne aday gösterilen tek kedi olacak kadar zeki mi olurdu, yoksa oksijen bolluğunu gezip tozmaya kullanıp aklını geliştirmeye bırakır mıydı diye.

Karamel’in yetenekleri farklıydı. O çok yumuşak, anaç, merhametli bir yapıya sahipti. İnanılmaz aktif ve oyuncu olmakla beraber bir kez olsun ne Bublik’i, ne de bir insanı yaralamadı, elimizi çizmedi. Bublik’le oynadığı oyunlar genellikle sakin geçtiğinden veya sık sık dinlenme araları vermek zorunda kaldığından, içinde hep bir enerji fazlalığıyla dolaşırdı. Bir şeyler yapması gerekti hep!

Bir gün işten eve geldiğimde kapıda Bublik beni yalnız karşıladı. O güne kadar kapıyı açar açmaz sevimli ikiliyi karşımda yan yana oturmuş bulurdum. Bu sefer Karamel ortada yoktu. Bublik’in başını hızlıca okşadıktan sonra salona baktım, yoktu. Aklıma ilk gelen en korkunç şey oldu: Karamel, Bublik’le oynadığı oyunlarla deşarj olamamış, yine panjur demirlerinde dolaşmış ve aşağı düşmüş, diye düşündüm. Balkona koşup aşağı baktım, bunları yaparken de yüksek sesle çağırıyordum kontesi. Aşağıda kedi yoktu, ses de vermiyordu, gelmiyordu da! Hemen evin diğer ucundaki yatak odasının balkonundan da aşağı bakmak için fırladım. Yatak odasına girdiğimde, yatağın arkasından bir saldırıya uğradım: bizim tilki, bana pusu kurmuş, çağrılarıma cevap vermeden sabırla beklemiş, ben odaya girince de savaş çığlıkları atarak önce yatağa, oradan da üstüme, göğsüme doğru atlamıştı. Onu böyle sağlıklı ve neşeli görünce sevinçten ayaklarımı hissetmedim, yatağa yığılıverdim, Karamel de üstümden aşağı atlayıp pusudaki yerini tekrar almıştı. Ben “Gel kız buraya, korkuttun beni!” diyerek kalkınca saldırısını tekrarladı. Bu sefer ben bilinçli olarak yatağın üstüne düştüm.

Karamel, iki ayaklı dev canavarı yenmiş gibi sevinçliydi! Üzerimde tepiniyor, zafer dansı ediyordu. Çılgınca sevinci bitince gelip gözlerimin içine baktı. Yüzü gülümsüyordu. Bakışlarında sevgi ve şefkat vardı.

O günden sonra Karamel beni kapıda karşılamadığında bilirdim ki yatak odasında bir pusu beni bekliyor. Normalden yavaş bir şekilde banyoya giderek uzun uzun ellerimi yıkardım. E, pusu kurmayı biliyorsan beklemeyi de bil, Karamel hanım! Yatak odasına hazırlıklı girer, her seferinde farklı taraftan yatağa yaklaşırdım. Ama Karamel hiç şaşmadan tek hamlede “hedefi vurmayı” başarırdı. Bublik bu aksiyon dolu dakikalarda odanın eşiğinden bizi izliyor. Ben yenilip Karamel’in zafer dansı birince “Dostça Yüzleri Birbirine Sürme” merasimine katılmak için yanımıza gelirdi.

*         *         *

Melek gibi bir kalbi olan, bir zamanlar beni tanımadığı halde çok ihtiyacım olan bir yardımı bana bir dakika bile düşünmeden sağlayan bir arkadaşım var. Adı Canan. Canan’ın orta derecede kedi fobisi var. Kedilerden korkar ama çığlık atmak, tepinmek gibi bir huyu yok. Yalnızca korkar. Yavaşça, sessizce, kendi kendine…

Tanışır tanışmaz çok iyi anlaşacağımızı anlamış, hemen arkadaş olmuştuk. Oğullarımız aynı sınıfta okuyorlardı ve onlar da çok iyi arkadaşlardı. Ailece iyi anlaşırdık. Ben yoğun olarak çalıştığımdan Canan evime gelmektense beni davet etmeyi tercih ederdi, beni yormak istemezdi hiç. Bazen ben bu duruma isyan edip o bana gelmediği sürece bir daha evine gitmeyeceğimi söylerdim, gelmeye öyle ikna ederdim Canan’ı. Bir gün yine “Bana ne, bana ne, sen bana gel, hep ben geliyorum, bana kendini hiç ağırlatmıyorsun!” diye tutturmuş, arkadaşımı evime gelmeye zorlamıştım.

O zaman Canan'ın evimdeki çetenin varlığından henüz haberi yoktu, benim de Canan'ın fobisinden.

Sözleştiğimiz saatte Canan ve oğlu Mertcan kapıdalardı. İçeri girince çocuklar bir anda sevinç sarmalı oluşturarak Osman'ın odasına yuvarlanıverdiler, biz de Canan’la yaz akşamlarında daha serin olan balkona çıktık. Sohbet her zamanki gibi keyifliydi. Konu konuyu açıyor, her cümlede gülünecek bir şeyler çıkıyordu.

Birden bire Canan anlattığı bir hikayenin ortasında dondu, dizlerine baktı, sonra hikayeye devam etmeye çalıştı ama kafasını bir türlü toplayamadığı her halinden belliydi.

-         Ne oldu, Canan, seni rahatsız eden bir şey mi var? – dedim.
-         Yok bir şey canım, nerede kaldığımı unuttum.

Canan hikayesine dönmeye uğraşıyor ama bir türlü konuşamıyordu. Hareket etmemeye çalışır gibi oturuyor, bakışlarını sık sık dizlerine indiriyordu. “Yahu, ne oldu canım sana?” – diyerek masanın altına baktım. Gördüğüm şeye pek bir anlam veremedim: Bublik gelip sessizce Canan’ın dizlerine çıkmış oturuyordu. Kulağıma belli belirsiz bir horuldama sesi geldi.

-         Ohoo, Bublik seni sevmişe benziyor! – dedim gülerek,  - Horulduyor beyefendi. Keyiften pençelerini batırmıyor ya, alayım mı kucağından?
-         Yok yok, ben iyiyim, hiç dokunma kediye, rahatını bozma! – dedi Canan.

Misafirin dileği ev sahibi için emirdir diyerek Canan’ın bardağına çay koydum. O sırada çocuklar, hazırladıkları skeci bize göstermek için yanımıza geldiler. Balkona çıkar çıkmaz Mertcan: “Anneeee, şu haline baak!” diye güldü. Annesinin hali gerçekten de ya ağlamayı, ya da gülmeyi gerektiriyordu, sakin bir şekilde bakılması imkansızdı: Canan koltukta sopa yutmuş gibi dimdik oturuyordu, yüzü bembeyazdı, hareketleri, tahtadan yapılmış bir kuklanınki gibi kısa ve kesik kesikti… Mertcan gülerek annesinin korkusundan ve onu kucağında bir kediyle otururken ilk defa gördüğünü anlattı. Canan’a daha çok işkence etmemek için Bublik’i kucağından alarak içeriye götürdüm. Çok geçmeden Bublik yine Canan’ın kucağındaydı.


O günden sonra ne zaman Canan bize gelmeye kalksa Bublik sezmiş gibi onun gelişini kapıda bekler, Canan oturur oturmaz kucağında yerini alırdı. “Bizim oğlan sana aşık olmuşsa bunda utanılacak bir şey yok, gülümse” diye şaka yapar, Canan’ın bir anda solan ve hareketsizleşen yüzünü güldürmeye çalışırdım ama evimize gelmesi için ikna etmek her seferinde zorlaşırdı. 


28 Temmuz 2014 Pazartesi

EVDE BİR ÇETE

Bir kediyle kurallar konusunda anlaşmazlığınız varsa sorun üzerinde biraz düşünürsünüz. Bu sorunu çözmek için bir yol bulursunuz. Bir hareket planı yapar ve uygularsınız. Başarıya ulaşmanız uzun sürmez. Evinizdeki Anamuhalefet çok geçmeden bayrağını indirmek zorunda kalır. Ama eğer bir kedi çetesiyle karşı karşıyaysanız işiniz zor. Varsın bilim insanları kedilerin sürü hayvanları olmadığını ve bu yüzden onlar için “her koyun kendi bacağından asılır” kuralının geçerli olduğunu söyleyedursunlar. Söyledikleri hiçbir şey kediler arasındaki iletişimi ve çeteleşme becerilerini yok saymaya yetmez. Hele çete oyunlarının kurbanı olmuş benim gibi birileri için.

Evde çete oyunlarının genellikle sergilendiği iki sahne vardı: banyo ve mutfak. Mutfak, tezgahıyla ahir zamanlardan beri kedilerin ilgisini çeken bir yerdir. Banyo farklı. Bir kedinin ilgisini çekmesi için banyonun çetrefil bir yer olması gerekir.

*         *         *

Bizim banyomuz çok güzeldi: içinde ara sıra hırlayıp vınlayan, titreşen ve çemkiren bir canavar vardı. Beyaz, dört köşe, suratının ortasında kocaman, yuvarlak tek gözü olan hantal bir canavardı bu. Kısacık dört ayağı üzerinde olduğu yerde hiç dolaşmadan duruyordu. Bir kedi olarak onun çıkardığı manyakça seslere karşı olan korkunuzu yenerseniz bu canavarın kendi kendine hırlamaktan başka bir şey beceremediğini görürsünüz. Karşısına geçerek patinizi yalayıp yüzünüzü silebilir, cesaretinizi biraz daha toplayınca arka bacağınızı anten gibi tavana doğru uzatıp bedeninizin arka tarafındaki bir şeylerin bakımını yapabilirsiniz… Zamanla canavarın o koca yuvarlak gözünün içinde bir şeylerin döndüğünü fark edersiniz. Onları yakalamaya çalışmak çok zevkli bir oyundur. O sırada beyaz hantal tek gözlü şey size kızsa da kısacık dört ayağından hiçbirini yerinden kaldıramadığı için, siz gözünü karıştırırken vınlamaktan başka bir şey yapamaz. Sonunda çok sinirlenirse daha yüksek sesle vınlar, hatta titreşebilir bile. O zaman gözünün içindekiler hepten hızlı dönmeye başlar!

Tek gözlü çakma siklop genellikle zamanını uyuyarak geçirir. Uyurken sessizdir. Ne titreşir, ne de vınlar. Uyanıkken fıldır fıldır dönen gözü uyurken sönük, hareketsiz ve boştur. Böyle zamanlarda canavarın kendisi oldukça sıkıcıdır ama insanların üstüne koydukları şeyler hiç de öyle değildir! Minik kutular, tüpler, iç içe geçerek birbirine karışmış boncuklu ipler midir nedir bir şeyler, annenin kulaklarına taktığı minik parlak boncuklar… Bunlar tam bir hazine gibi keşfedilmeyi, tadına bakılmayı, hatta yere düşürülüp oynanmayı, canavarın altına itilmeyi bekler! Kediyseniz ve insan anneniz yanınızda değilse canavarın üstündeki şeylerin fısıltılarını duyarsınız: “Geeel Karameeellll! Çok sıkıldık buralarda geeeelll… Bizimle oynaaaaa… Tadımıza baaak… Pençene taaaaakkkk…” İnsanlarla iletişimde acemi değilseniz o eşyaların çağrısına uymanın sonuçlarını beğenmeyeceğinizi bilirsiniz. Bir kedi olarak kendi doğanızı iyi tanıyorsanız çağrıya uymamanın sonuçlarını da beğenmeyeceğinizi bilirsiniz. İşte böyle anlarda elinizin altında bir yardımcı olsa iyi olur.

Karamel’in öyle bir yardımcısı vardı. Yapması gereken şey, banyonun eşiğinde oturmaktı. İnsan anne koridora çıkacak olursa da hiçbir şey yokmuş gibi başını banyoya doğru çevirip sessizce “mırr” demekti. Bu işaret geldiğinde banyodaki keşif ve oyunlar hemen bırakılır ve beyaz siklop müsvettesi canavardan aşağı sessizce atlanır. İnsan anne banyoya ulaştığında yere uzanmış uyuyor ya da yalanıyor numarası yapılır. Keşif sırasında yere düşürülmüş şeylerle, sanki hep oradalarmış gibi hiç ilgilenilmez. İnsanlar bu numarayı bazen yutar. Ama yutmazlarsa da suçüstü yakalanmadığınız için cezadan paçayı kurtarırsınız.

Aynı taktiği mutfak tezgahının üstünde dolaşmak istediğinizde de uygulayabilirsiniz. İşbirlikçinizi eşiğe oturtun, keyfinize bakın. İşaret geldiğinde de sessizce aşağı atlayıp mama kabınızı arıyor numarası yapın. Başarı garantisi %99.

Evde yapılabilecek bütün etkinlikler takım oyunu gerektirmez. Bazılarını tek başınıza da başarabilirsiniz. Birinin banyoya temiz çamaşırla girdiğini görünce sessizce içeri sızın ve kendinize saklanacak bir yer bulun. İnsan anne, insan Osman veya bir misafir, kim olursa olsun, duşakabini kapatır kapatmaz saklandığınız yerden çıkabilirsiniz. Klozet küvete yakın bir yerdeyse önce klozete, oradan da duşakabinin üstüne atlayın. Karşınıza büyüleyici bir manzara çıkar: o dünya akıllısıymış gibi geçinen iki ayaklılar, üstlerine şarıl şarıl akan suyun altında duruyor ve duşakabinden çıkıp ıslanmaktan kurtulmayı akıl edemiyorlar. Bu acınası halleri hem çok sevimli, hem de çok komik. Suyun kurbanı oradan kurtulmanın yolunu buluncaya kadar izleyebilirsiniz. Hem de hiç ıslanmadan!

*         *         *

Kuzenim Dilara evine döndükten sonra bir aydan fazla zaman geçmişti. Bu süre içinde çok şey yaşadık: Bublik geldi, karantinada kaldı, Karamel’le ahbap oldu, yavaş yavaş oynamaya başladı ve ev çetesinde gözcü rolünü üstlendi.

Bir gün kuzenimden bir e-posta aldım. Mektup kısaydı:

“Merhaba canım! Sizlerle beraberken çektiğim resimleri gönderiyorum. Daha önce yapamadığım için kusuruma bakma.

Sizleri şimdiden özledik!

Öpüyoruz,

Timur ve Dilara”.

Resimlere bakmaya başladım. Her biri ayrı bir hatırayı canlandırıyordu. Birinde plajda şakalaşıyorduk, diğerinde çarşıda dolaşıyorduk, bir başkasında biber ağacının yapraklarını koklatıyordum onlara… Seslerini duyar gibi oldum resimlere bakarken. Birden bire gözüme bir şey ilişti. Kedi çetesinin oyununa geldiğimiz akşam çekilmiş birkaç resim vardı. Biri biz yavru kedileri severken onlar da iki gruba ayrılmayı planlıyorlarken çekilmiş. Diğerleri de çete oğlum Osman'ın etrafını sararken. Resimlere dikkatlice baktım ve oturduğum şekilde donakaldım: karelerde farklı duruşlu bir kedi vardı. Çete mensubuydu, o renklerde bir kediyi o akşam gördüğümü hatırlıyordum… Ama çetedeki poşet kontrol memurlarından birinin Bublik olmasını beklemiyordum!

                                            Osman'ın tam önünde duran sarışın kedi Bublik.

Minik sürmeli sarışınım oradaydı! Onu sevmiş, uyanıklığına gülmüş, resimlerini çekmiştim. Çok yakında evimde yaşayıp bu sefer Karamel’le çete kuracağını bilmeden…

                                 Bublik kameraya arkasını dönmüş, Osman'ın yanından geçiyor.


27 Temmuz 2014 Pazar

İLK GÜNLER: Birleşsek de Ayrıyız



“…Tarçın. Tarçın, Tarçın… Olmuyor! Tarçın adı yakışmıyor! Ne olsun adı ya, söylesene bir şey?”

Osman, evde olmadığı için şanslıydı. “Adı ne olsun” işkencesinden paçayı kurtarmıştı. Şimdi bu imtihanın çifte dozuna Erhan tek başına katlanmak zorundaydı. Hoşuma gidecek bir isim bulmaya çok çabalıyor ama beni bir türlü memnun edemiyordu. Sonunda pes ettik. O isim aramayı bıraktı, bense anlamlı isim aramayı. Sonra birden bire ona Bublik deyiverdik. Öylesine…

*         *         *

Veterinerden eve gelince Bublik’i Karamel’in meraklı bakışlarından daha fazla saklayamayacağımız anlaşıldı. Kontes hanım etrafımızda dönüyor, Erhan’ın elindeki kedi kafesinin içini görebilmek için zıplayıp duruyordu. Bublik sakin görünüyordu. Klinikte Başak Hanım onu özel holistik konserve mamayla beslemiş, karnını doyurmuştu. Bundan sonra aynı evde yaşayacaklardı, tanıştırmamak için bir neden yoktu. Erhan kedi kafesini yavaşça yere indirdi ve Bublik’i içinden çıkardı.

Yeni birini karşısında gören Karamel etrafında “Ne İşin Var Burada Hoş Geldin Lan” adında, koreografisi kendisine ait bir dans icra etmeye başladı: vücudunda şimdiye dek üç, bilemedin dört taneymiş gibi görünen tüyleri havaya uzun iğneler gibi dikilerek rengarenk bir yelpaze görüntüsü oluşturmuştu. İnce uzun kuyruğu birden bire yanmış ama kül olmamış, sarı siyah bir çam ağacına benzedi, Karamel Bublik’in etrafında döndükçe çam, düşecek de ne tarafa düşeceğine karar verememiş gibi bir sağa, bir sola eğilip bükülüyordu. Kedinin bütünsel görüntüsü Evren’le ahenk içinde olan, enerjisinin içinden akıp geçtiği bir iletken gibi büyülüyordu.

Böyle bir dans ustalığı karşısında hayranlıktan yere sinen Bublik, kontes’in ihtişamından gözleri kamaşmış numarası yapıyordu. Dansın beklediği yoğunlukta bir tepki görmediğine şaşıran ve sonunda Bublik’ten “Hoş Bulduk Majeste, Dile Ne Dilersen” serenadını duymayı kafasına koymuş olan Karamel, dansı tekrar sergiledi. Bublik durumunun zor olduğunun farkındaydı. Karşısındaki, tam bir Akdenizli duygusallığına sahip, sanatçı ruhlu, asaleti eteğinden akan, son derece enerjik bir hanımefendiydi. Böylesine güçlü bir duygu volkanıyla baş edemeyeceğini biliyordu. En iyisinin ilgi çekmemek olduğunu düşünmüş, bütün varlığıyla “ben yokum” mesajları veriyordu.

Bütün uğraşlarına rağmen Bublik’i bir türlü harekete geçiremeyen Karamel sinirlenmeye başlamıştı. Yanık çam, düşme hayallerini terk edip bir kamçıya trasforme olmuş, sahibinin kalçalarına vuruyordu. Bu gidişata dur demek lazımdı yoksa zavallı halsiz Bublik bu işten zararla çıkacaktı. Onu kucağıma alıp yatak odasına götürdüm. Orada rahat etmesini sağladıktan sonra kararımı açıkladım. Bundan sonra en az 2 hafta boyunca ev ikiye bölünmüş olacaktı: yatak odası ve balkonu Bublik’n yaşam alanı olacak, salon, mutfak, banyo ve diğer odalar ise Karamel’in serbestçe oynayacağı alan olarak kalacaktı. Karantina süresince kesinlikle bir araya gelmeyeceklerdi. Bublik’in dinlenmesi lazımdı. İleride kendini daha iyi hissederse bir tanıştırma denemesi daha yapacaktık.

*         *         *
Bublik, iştahsız da olsa veteriner hanımın verdiği mamadan yiyor, sabahları güneşin ışıklarıyla dolan balkonda güneşleniyor, öğleden sonraları ise gölgede serinliyordu. Akşamları eve gelince Karamel beni kapıda karşılıyor, bir hoş geldin ritüelinden sonra da yatak odasının kapısına götürüp gözlerimin içine bakarak kapıyı açmaya çalışır gibi hareketler yapıyordu. Yatak odası, evin en sevdiği yerlerindendi. Geceleri ben uyurken yanıma gelip ayak parmaklarımla avcılık oynamaya bayılıyordu! Son birkaç gündür oraya girememek, geceleri avsız kalmak onu hayli rahatsız etmişti. Bir de içeriden bir koku geliyordu… “Sanatın değerini anlayamayan o ahmak”ın kokusu. O ahmağı mutlaka kendine getirmeliydi Karamel. Bu asil dansçının şaheserlerine değer vermeyi öğretmeliydi!.. Ama yapamıyordu. Ben izin vermiyordum. Oyalama taktiği olarak onu mutfağa çekip sevdiği mamadan biraz verip hemen yatak odasına koşuyordum.

Yatak odasının kapısı açılınca önce bir “Mırrr?” duyulur, sonra da uzanmakta olduğu yerden kalkıp bana doğru gelen Bublik, o nevi şahsına münhasır üç buçuk hecelik miyavlamasıyla ortaya çıkardı. Bana da, Erhan’a da çok çabuk alışmış, evin kurallarını kayıtsız şartsız kabul etmişti. Neredeyse hiç nefes alamıyor olmasına rağmen horuldamalardan ve uzun miyavından geri kalmıyordu. Geceleri yatağıma gelip yatar, daha rahat nefes almak için ön patilerini ayak bileklerime koyar, öyle uyurdu. Diyafram, kedinin yalnızca nefes almasını sağlamakla kalmayıp karın boşluğundaki organların da akciğerini sıkıştırmasını önlermiş. O ortadan kalkınca Bublik, geriye kalan azıcık akciğerini diğer organların baskısından kurtarabilmek için genellikle bedeninin ön tarafını yukarıda tutmak zorundaydı. Ben de o rahat olsun diye hareket etmemeye çalışırdım.

Bir gece en derin uykumdan bir gürültüyle uyandım. Yatağın ayakucuna baktım. Bublik yoktu. Aklıma yataktan inemeyip yere çakılmış olabileceği geldi, korkuyla fırladım. Bir de ne göreyim: bizim ayaklı mucize kapının önünde yan yatmış, bir patisini kapının altından koridora uzatıyor, diğer patisiyle de kapının öbür tarafından uzanmış olan kara kuru bir patiyi yakalamaya çalışıyordu. “N’apıyorsun sen, küçük aptal, kendine zarar vereceksin!” – diyerek Bublik’i kucağıma aldım ve Karamel’in tahriklerinden uzak kalabileceği balkona götürüp sepetine yatırdım. Bol bol uyuması, dinlenmesi gerekiyordu!

Bublik benimle aynı fikirde değildi. Bütün gece kapının iki tarafından da “Her Şeye Rağmen Oyun!” etkinlikleri devam etti. Ertesi gece de. Bir sonraki gece de… Akşamları eve gelince Karamel tarafından karşılanmıyordum artık. Kontes çok meşguldü. Kapı altından Bublikle karşılıklı konuşuyor, çeşitli uzuvlarını birbirlerine uzatıyor, bazen de gürültülü ve çılgınca bir oyun tutturuyorlardı. Onları ayrı tutmanın anlamı kalmamıştı.

*         *         *

Günler geçiyor, yaz sona yaklaşıyordu.

Karamel Bublik’i hayata döndürmeyi başarmıştı, yaptıkları mucizevi bir şeydi! Sanki her soluk ayrı bir dert değilmişçesine koşuyor, zıplıyor, arkadaşıyla oynuyordu bizim “Ciğersiz”. Havada saltolar atıp Karamel’e saldırıyor sonra da deli gibi kaçıyordu.  Tamamen sağlıklı, güçlü bir kedi gibi oynuyordu Bublik, tek farkla: bu çılgınlık en fazla bir dakika sürüyordu. Sonra yere yığılır, birkaç dakika soluklanırdı. Karamel de o sırada bir kenarda oturup sabırla beklerdi. Halden anlayan, olgun ve akıllı bir kız olarak Bublik’i hiç zorlamaz, tersine, onu neşelendirmek için ayrıca çabalardı.

Günden güne büyüyen ve güzelleşen Karamel’i ve hiç büyümeyen, zayıf ve güçsüz Bublik’i oynarken seyretmeye bayılırdım. Karamel’in estetik harikası hareketleri Bublik’in haline yakışmayan saltolarıyla birleşip ortaya müthiş görüntüler çıkarıyorlardı. Bana minnettar olduğum ve hiç unutmayacağım bir ders verdiler:

İçinde bulunduğun durumun ne olduğu önemli değil, neye odaklandığın önemli. Umutsuzca sönen akciğerlerinden geriye ince bir çizgi kalmış, seni ölümden ayıran tek şey o incecik çizgiyse, ona yapış! O çizginin bu tarafında kalmak için
VAR GÜCÜNLE OYNA!
EĞLEN!
HAYATI SEV VE TADINI ÇIKAR!..